28 Aralık 2008 Pazar
Nazım Hikmet'ten
Giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden
Ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
Ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
Ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu
Ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye
Ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak işlerim var bitirilecek,
Giderayak.
7 Aralık 2008 Pazar
Ataol Behramoğlu'ndan
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mi, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktir oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandin mi bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlastırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendğim bir şey var:
Yaşadın mi büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.
23 Kasım 2008 Pazar
Dante'den
Deliliğe Övgü
Belki bana: "Aldanmış olmak büyük bir derttir" diyeceksiniz; tersine, "Aldanmamış olmak pek büyük bir derttir" deyiniz. İnsanların mutluluğunu nesnelerin kendinden ibaret sanmak, çılgınlığı aşırıya vardırmaktır. Bizi yalnız kanaatler mutlu eder. Dünyada her şey o kadar karanlık ve değişkendir ki, hiçbir şeyi kesin olarak bilmek mümkün değildir. Ya da, bir şeyi bilmek mümkün olsa bile bu, hemen hemen her zaman hayatta mutlu olmak pahasına elde edilir. Bunu, bütün filozofların en az küstahları olan aziz dostlarım Akademiacılar pek güzel işaret etmişlerdir. Özetle insanın yapısı o şekildedir ki, efsaneler onun üzerinde gerçekten daha etkili bir izlenim bırakırlar...
...Kanaatlerin verdiği zevklere geri dönelim. Bunlar zevklerin içinde en kolay elde edilenleri değil midir? En değersiz bilgileri -hatta gramerin esasları bile olsa- elde etmek için çoğu zaman ne kadar çok zahmet, ne kadar çok çalışma gereklidir. Kanaat tersine, kendiliğinden önümüze çıkar, sanki onu soluyormuşuz gibi; buna rağmen kanaat, nesnelerin hakiki bilgisi kadar, hatta ondan daha fazla yardım eder. Rica ederim, bana şunu söyleyiniz: bir insan, pis kokusuna dayanamadığımız, kokmuş bir parça pastırmayı, tanrılar yemeği imiş gibi büyük bir zevkle şapırdata şapırdata yerse, yemeğinin tadının fenalığı, onun duyduğu hazdan bir şeyi azaltır mı? Bunun aksine olarak bir başkasının en nefis yahnileri görünce midesi bulanırsa, bu yemeklerin güzel lezzeti ona bir haz verebilir mi?...
...Rica ederim, bana şunu söyleyiniz: Platon'un bir mağarada nesnenin ancak gölgelerinin ve görüşlerinin bilgisine sahip olarak tasarladığı deliler, talihlerinden memnunsalar ve bu memnunluklarını haykırırlarsa bu mağaradan çıkıp nesneyi olduğu gibi gören bilgeden daha mutlu değil midirler?
1 Kasım 2008 Cumartesi
Agah Toros'tan
Sus be sokak kuşu
sesini evimin önünden çek
yorgun esyalarda tüne
beni bu aksam es geç
Hazir degilim her zamanki güne
yardima kimse gelmeyecek
basimin üstündeki anilari kaçir
bana tembel dallarindan birini seç
-Sor bakalim neler oldu:
“kayboldum eski bir oyunda önce
çocuklugumu çaldi
küçük bir kedi
dayak yememek için eve dönünce
bulamadim, rüyamda saklandigim yeri”
Sus be sokak kuşu
sesini geçen rüzgarda geri çevir
üsüyorsun basibos bu aksamda degil mi
-git o küçük kedinin koynuna gir
Agah Toros
29 Ekim 2008 Çarşamba
Nazım Hikmet'ten
Suyun içip ekmeğin yediniz,
Dünyada vatandan aziz şey var mı?
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Onu didik didik didiklediler,
saçlarından tutup sürüklediler,
götürüp kâfire: "Buyur..." dediler.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Eli kolu zincirlere vuruluş,
vatan çırıl çıplak yere serilmiş.
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Gün gelir çark düzüne çevrilir
günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur :
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
13 Ekim 2008 Pazartesi
Ataol Behramoğlu'ndan
Bulamaç
“Bulamaç”ın sözlük karşılığı “sulu, cıvık hamur” ve “koyu un çorbası” olarak veriliyor.
Konuşma dilinde bu sözcük, birbirini tutmayan şeylerin bir araya getirildiği karışık bir nesneyi adlandırmak için de kullanılıyor.
Kimi törenlerimizde ve gösterilerde görülen karışıklık, kargaşa, duygusal iniş çıkışlar, birbirini tutmazlıklar, akla çoğu kez bu sözcüğü getiriyor…
***
“İstiklal Marşı”mızla başlayalım…
Üzücü, ama gerçek; “İstiklal Marşı”mızı okumayı bilmiyoruz…
Bir ağızdan okumaya başladığımızda, sonuç çoğu kez bir ses ve söz anarşisi oluyor…
Bu özrümüzün sanırım hepimiz ayrımındayız.
Sorun nerede?
Sözlerle müzik arasındaki uyumsuzlukta mı?
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” dizesini, beste nedeniyle bölerek “korkma sönmez bu şafak/larda yüzen al sancak” demek zorunda oluştaki çetrefillikte mi?
“Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” dizesinin hemen ardına bir sonraki dizeden “o benim” sözcüklerini ekleyip, sonrasında da anlamın hiç gerektirmediği bir es verişteki yine o pek de hoş olmayan güfte-beste uygunsuzluğunda mı?
Kurtuluş Savaşı döneminde bir anlamı olabilecek “kahraman ırk”, “hakkıdır hakka tapan” gibi deyimlerin bugün tartışılabilir olmasından mı?
Günümüzde “ırk” kavramı artık ırkçılıkla özdeş duruma gelmiştir.
Bunun gibi, bugün en inanmış bir dindarın bile Tanrı inancını günümüzde daha çok günlük konuşma dilinde, dinle ilgisi olmayan anlamlarda kullanılan “tapmak” sözcüğüyle birlikte düşüneceğini pek sanmıyorum.
Sonuçta, her sözcüğün anlamını anlayarak ve içselleştirerek, inançla ve güzel okunamayan bir bağımsızlık marşı, birlik ve güçlülük duygusu uyandırmak yerine, tam tersine, bir başıboşluk, dağınıklık görüntüsü ve izlenimi uyandırıyor…
Her yerde, her fırsatta, her açılışta ve kapanışta marş okunmasının çok anlamlı ve gerekli olmadığı da ayrı bir konu…
***
Dualarımız konusunda da benzer düşüncelerim var. Arap gırtlağıyla (hançeresiyle) Arapça okunan duaların, ne kadar köklü geleneklere sahip olunursa olunsun, bu ülke insanının yüreğinde yeterince açık ve aydınlık duygular uyandırabildiğinden emin değilim… Bu konunun da eninde sonunda, saplantıdan ve saptırmadan uzak, uygarca bir yaklaşımla, güçlü biçimde gündeme geleceğini, aynı duaların daha doğal bir sesle ve Türkçe olarak da okunmasında bir sakınca bulunmadığının anlaşılacağını ümit ediyorum. (Bilindiği gibi Gökalp bu görüşü savunmuş, daha sonra da uzunca bir süre ezan kendi dilimizde okunmuştu.)
***
Ulusça acımızı dile getirdiğimiz son törenlerde ve protesto gösterilerinde de, birçok benzerinde olduğu gibi, kimi kez yanlış ve kötü okunan İstiklal Marşları, anlamları bilinemeyecek Arapça dualar, Atatürk posterlerinin ve bayrakların yanı başında kurt başı işaretleriyle uzanan kollar, bir ara Chopen’in cenaze marşı, kimi törenlerde belki mehter marşları, kitlesel sloganların atıldığı törenlere neredeyse kundakta getirilen bebekler ve başkaca birbirini tutmazlıklar birbirine karıştı…
Bu karışıklıkta ben bir ulusal birlik görüntüsü değil, çeşitlilik de değil, bir kimlik bulamacı görüyorum…
Ve bu kimlik bulamacı sadece bu türden törenlerde değil, TV programlarından gazete sayfalarına, trafik kargaşasından günlük yaşam ilişkilerimize, sokakta yürüme adabından kuyrukta sıra bekleme alışkanlığına, kişisel ve toplumsal yaşamlarımızın bütün alanlarına yayılmış durumda…
Özellikle bu iktidar döneminde bütün ülkeyi hiçbir zaman olmadığı ölçüde kaplayan bu bulamaçtan, bu görüntü ve kültür karmaşası ve kirliliğinden, gerçek anlamıyla uygar, vakur; görüntüsüyle de içeriğiyle de aydınlık bir ulusal birliğe evrilmek nasıl gerçekleşecek?
Bu sorunun tek bir yanıtı olabilir:
Okuma çağına gelmiş kuşakların, bilimsel ve hümanist eğitimden geçirilmesiyle…
Hem ulusal hem sınıfsal aidiyet bilinci kazanmanın, kendi ulusunun insanıyla bütün insanlığa sevgi duymak arasında bir çelişki görmemenin; bir dine, inanca ya da ülkeye bağlılığı akılla, bilgiyle, bilinçle yaşamanın, özet olarak da bugün içinde bulunduğumuz kimlik bulamacından kurtulmanın biricik yolu, ulusça böyle bir eğitimden geçmemiz olsa gerek…
12 Ekim 2008 Pazar
Ajan Smith'ten
Ömer Hayyam'dan
Beni özene bezene yaratan kim? Sen
Ne yapacağımı da yazmışsın önceden
Demek günah işleten de sensin bana
O zaman nedir o cennet cehennem?
Kim senin yasanı çiğnemedi ki söyle?
Günahsız bir ömrün ne tadı kalır söyle
Yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen eğer
Seninle benim aramda ne fark kalır ki söyle