24 Nisan 2017 Pazartesi

Erdem Aksakal'dan

Mezeleri Güzel
...
Köleliğin bitmesi ve kapitalizmin yerleşmesiyle birlikte iş hayatı "patron ve çalışan" diye ikiye bölündü. İşçi ve işveren. Emek ve sermaye. Ezen ve ezilen. Nasıl derseniz artık... Beyaz yakalılar ise işçi olmasın rağmen bu gerçeği reddeden, kendisini patron sana acayip bir zümre.
...
Şirket parasıyla yapılan bu seyahatlerin her köşesine bir şikayet ve memnuniyetsizlik siner. Uçak koltukları dardır. Check-in kuyruğu uzundur. Nerede anne-babasının sebatkar hali, nerede beyaz yakalı şımarıklığı? bir gecelik konaklama ücreti maaşının beşte biri kadar olan oteli beğenmez beyaz yakalı. Kahvaltı kötüdür, Hilton çok eskidir, Sheraton bayıktır. Olmadığı bir sınıfa ait gibi görünmeye çabalar. Ekonomik gerçekleri oteldeki şampuanları, sabunları çantaya atıp evde kullanmayı söylerken; çizdiği imaj daha iyisine layık olduğunu vurgular habire. Daha iyisini gördüğünü. Hep daha iyisine gittiğini, oralarda büyüdüğünü. Genlerine işleyen şikayet ve üst sınıfa öykünme karışımı iyice garip davranışlara yöneltir. Otel şampuanlarını götürür annesine veriri. Onların da "Oğlum Hilton'larda kalıyor" demesini, kendisiyle gurur duymasını ister.
...
  Neyini seveyim senin patron? Sabah 6.45'te çalan alarmsın, eğitimime kişiliğime vurulan hakir görme kibrisin kimi zaman. Ağaran saçlarımsın patron, neden seviyormuşum seni? Neden senin hayalin benim de hayalimmiş gibi davranıyoruz. Buna inanmamı hangi hakla talep ediyorsun benden?
  Patron, ben bankacılık sistemine inanmıyorum. Bak derdim sen değilsin kişi olarak. Eminim çok kötü birisi değilsindir. Sevdiğin bir köpeğin falan vardır. Lakin üniversitede aldığım puan, sen ve diğer patronların kurduğu çark ancak bir bankada iş bulmama olanak sağladı. Seviyor gibi yapmama ihtiyacın mı var gerçekten? Zorla güzellik mi olacal? Merak etmiyorsun biliyorum ama gerçek düşüncemi söyleyeyim: "Bankacılık sektöründe en çok katma değer yaratarak müşteri memnuniyetini önceliklendirmek" filan senin lafların. Bana kalsa ben böyle yazmam. Her gün on iki saatimi satıyorum, sen de kötü bir fiyata alıyorsun. Aramızdaki ticaret bundan ibaret. Senin ideallerini sevmeyi dayatman nasıl bir küstahlıktır? Ne sanıyorsun beni? Bilgimiz ve emeğimiz satılık, ruhumuz değil.
  Elimde kazma kürekle madende değil de klavye ve mouse ile ofiste çalışıyorum diye mi hak görüyorsun? Madenciye de aynı şekilde mi yaklaşacaksın? "Yerin bin metre altındaki boğucu, havasız kömür ortamını seversen hayallerine daha kolay erişeceksin" diyebiliyor musun? Çalışanların işini sevme olasılığı yok. Kirin pasın içindekinin de yok, jilet gibi takım elbise gömlek gelenin de. O zaman bana da işini sev teranesiyle gelme bir zahmet. Ben senin işini sevmene karışmıyorum. Fabrikalarını, makinelerini sevebilirsin. Saçma bana göre ama sev hadi, karışmıyorum. Ben iş yerindeki arkadaşlarımı severim en fazla, yaptığım işe saygı duyar, emeğimi hakkıyla satarım. Elimden gelenin en iyisini yaparım patron, şüphen olmasın. Verdiğim sözü tutarım. Hatta dönemsel olarak seninle hayallerimiz çakışabilir. Ama senin şirketine ve vizyonun bağlılığımdan, unvanıma aşkımdan ötürü üretmemi beklersen tökezlerin patron. Gerçekçi değil bu. Sana faydam dokunacaksa işime olan tutkudan değil, kendime saygımdan dokunur.
  Biraz daha eşelersek biliyoruz ki çıkarlarımız birbirine zıt. Sen karlılığını arttırmak istiyorsun, benim maaşım senin karlılık kayığında bir delik. Bir yolu olsa bedava çalışayım istersin. Gelecek hayallerinde çok kar, çok müşteri, eşsiz bir marka yatıyor. Ben yokum orada. Belki "büyük yatırımlar, insana verilen değer" gibi bir satırda benim içi harcadığın eğitim maliyetlerini gözüme sokuyorsun kabaca. Ama o kadar. O yüzden gel harbi olalım, açık konuşalım. Ne sen benden sonsuz bir sadakat bekle ne ben senden bir tutku. Profesyonelce oyunumuzu oynayalım. Daha iyi değil mi?
...