20 Aralık 2011 Salı
Gündüz Vassaf'tan
___
Bütün savaşlara karşıyım çünkü bütün savaşlar insan karşı.
Beni dünyalı olmaktan eksilten aitliklere karşı olduğum gibi.
___
15 Ekim 2011 Cumartesi
Ahmet Haşim'den
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak
Sular sarardı yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta
Eğilmiş arza kanar muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı neden tunca benziyor mermer
Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta
7 Eylül 2011 Çarşamba
Douglas Adams'tan
___
'Ben var olduğumu kanıtlamayı reddediyorum,' der Tanrı, 'çünkü kanıt inancı yadsır ve inanç olmadan ben bir hiçim.'
___
3 Eylül 2011 Cumartesi
Tom Robbins'ten
___
Burada öğrettiklerine göre varoluşun çoğu ıstırap çekmek. Istırap da arzulardan geliyor. Demek ki eğer arzuları ortadan kaldırabilirsek, o zaman ıstırabı da kaldırmış oluruz. Bu tabii doğru bir bakıma. Dünyada çok ıstırap, çok sefalet var, tamam, ama bir yığın da zevk var. Eğer bir insan ıstıraptan kurtulmak uğruna tüm zevkleri de en baştan reddediyorsa, ne kazanır? İçinde ne ıstırap ne de zevke olmayan bir hayat boş bir hayattır. Alında lamaların amacı da yokluğun hiçliği zaten. İsteyerek hiçliği aramak is yenilgiden bile beter. Kudra, bu teslim olmak demek. Korkakça teslim olmak. Bu zavallı yavru bebecikler , acı çekmekten öylesine korkuyorlar ki, hayatın en tatlı zevklerini feda edip canlarının yanmasından öylesine korkuyorlar ki, hayatın en tatlı zevklerini feda edip canlarının yanmasından o sayede yakayı sıyırıyorlar. Bu tür bir zayıflığa insan nasıl saygu duyar? Bilerek yavanı, sıradanı, güvenliyi kucaklayan, bunu sırf hayal kırıklığının getireceği acıdan kurtulmak için yapan bir insanı, nasıl bağrına basabilirsin?
___
Eğer arzu, ıstırabı getiriyorsa, belki akıllıca arzu etmediğimizdendir ya da arzı ettiğimiz şeyi ustaca elde etmesinin bilmediğimizdendir. Kafalarımızı dua seccadelerine gömüp saklayacağımız yerde, tahriklere karşı çevremize duvarlar öreceğimiz yerde, arzularımızı doyurma konusunda ustalaşsak daha iyi değil mi? Selamet denilen şey zayıflar içindir. Benim inancım bu. Ben selamet istemiyorum. Ben hayat istiyorum. Hayatın da tümünü istiyorum. Sefaletini de, harikuladeliğini de. Eğer tanrılar zevkten vergi istiyorsa öderim. Ama vergilerine her seferinde itiraz ederim, karşı çıkarım. [...]. En güzel şeylerin, bu dünyaya sırf bizi denemek için, büyük ödülü almamızı daha zorlaştırmak için getirildiğine inanmıyorum. Boşluğun güvenliğini de istemiyorum. Hayatı bu kılığa sokmak insanlara da tanrılara da yakışmaz.
___
16 Ağustos 2011 Salı
Albert Camus'dan
___
Şehitler, aziz dostum, unutulmak, alaya alınmak ya da kullanılmak arasında bir seçim yapmak zorundadırlar. Anlaşılmaya gelince, asla.
___
___
İnsanın egemen olmaktan ya da hizmet görmekten vazgeçemeyeceğini biliyorum. Her insanın temiz hava gibi, kölelere gereksinimi vardır. Kumanda etmek soluk almak demektir, bu kanıdasınız değil mi? En nasipsizler bile soluk almayı başarır. Toplumsal merdivenin en altında bulunan kimsenin bile bir eşi ya da çocuğu vardır. Bekarsa bir köpeği vardır. Kısacası, asıl olan, karşıdakinin yanıt verme hakkı olmaksızın insanın kızabilmesidir.
___
7 Ağustos 2011 Pazar
Sabahattin Ali'den
Başım dağ, saçlarım kardır,
Deli rüzgarlarım vardır,
Ovalar bana çok dardır,
Benim meskenim dağlardır.
Şehirler bana bir tuzak;
İnsan sohbetleri yasak;
Uzak olun benden, uzak,
Benim meskenim dağlardır.
Kalbime benzer taşları,
Heybetli öter kuşları,
Göğe yakındır başları;
Benim meskenim dağlardır.
Yarimi ellere verin;
Sevdamı yellere verin;
Yelleri bana gönderin;
Benim meskenim dağlardır.
Bir gün kadrim bilinirse,
İsmim ağza alınırsa,
Yerim soran bulunursa;
Benim meskenim dağlardır...
Can Yücel'den
Başka türlü bir şey benim istediğim
Ne ağaca benzer, ne de buluta
Burası gibi değil gideceğim memleket
Denizi ayrı deniz,
Havası ayrı hava..
Bir başka yolculuk dalından düşmek yere
Yaşadığından uzun
Bir tatlı yolculuk dalından inmek yere
Ağacın yüksekliğince
Dalın yüksekliğince rüzgarda
Ve bir yeni ömür
Vardığın çimen yeşilliğince
Nerde gördüklerim
Nerde o beklediğim
Rengi başka
Tadı başka..
13 Temmuz 2011 Çarşamba
Sabahattin Ali'den
___
İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rasgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.
___
___
Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?
___
___
Cılız vücutları, kemikleri çıkmış yüzleri ve asabi hastalığa uğramış gibi parlayan gözleriyle, ölçüsüz bir neşe içinde kendilerini kaybeden delikanlıların, ve cemiyetin haksız ve mantıksız bağlarına, batıl hükümlerine isyanın en iyi şeklini cinsi arzularını başıboş bırakmakta bulunduklarını zanneden genç kızların hali sahiden hazindi.
___
10 Mayıs 2011 Salı
John Gribbin'den
...
Psikologlar ve biyologlar aklın doğasına ilişkin olarak ne kadarının kalıtımla geçtiği ne kadarın çevre etkisi ve eğitimin bir sonucu olduğu konusunda kıyasıya tartışırlar. "IQ testi" denilen, insanın "zeka derecesi"ni ölçen testler geliştirmişlerdir. Fakat, uzun yıllar önce pek çok insan IQ testlerinin zeka ölçüsünü gösterdiğine inansa da, şimdi genel kabul gören anlayışa göre IQ testlerinin ölçtüğü şey insanların IQ testi çözme yeteneğidir. Doğuştan gelen zeka bu yeteneği belirlemede bir etken olabilir, fakat tek etken değildir. "Deneyin" (yani birine IQ testi vermenin) sonucu, deneyin kendisinin doğasına bağlıdır (basit bir örnek vermek gerekirse, test Rusça hazırlanmışsa ve Rusça bilmiyorsanız testten yüksek puan almanız mümkün değildir).
Keza, mesela bir elektronun momentumunu ölçmeye koyulmuşsanız, yaptığınız şey aslında elektronun, momentumu hakkındaki sorulara cevap verme yeteneğini ölçmekten ibarettir. Elektronun gündelik hayatta düşündüğümüz türden böyle momentum diye bir özelliği olmayabilir de, fakat momentum hakkındaki sorulara belli bir şekilde cevap vermesine sebep olan başka nitelikleri vardır. Deneysel sonuçları -"cevapları"- alırız ve bunları momentum ölçümü olarak değerlendiririz. oysa bunlar bize sadece elektronların momentum testlerine cevap verme yetenekleri hakkında bilgi verir, yoksa gerçek momentumları hakkında değil, tıpkı IQ ölçüm sonuçlarının insanların gerçek zekaları hakkında değil, IQ testlerine cevap verme yetenekleri hakkında bilgi vermesi gibi.
...
David Mermin'den alıntı
24 Nisan 2011 Pazar
8 Nisan 2011 Cuma
José Saramago'dan
...
İnsan ancak kendisinden nefret ediyorsa başkasından nefret edebileceği söylenir, fakat herhalde nefretlerin en fenası başkasıyla eşit olmayı kaldıramayanların duyduğu nefrettir, ve bu eşitlik mutlak benzerlik halinde ortaya çıktığında durum daha da kötüleşebilir.
...
12 Şubat 2011 Cumartesi
Öztin Akgüç'ten
Yorum
Füze Kalkanı
Dünyada da Türkiye'de algılandırma, argo deyişle “yersen abi” yöntemi başarı ile uygulanıyor. Buna göre olayın gerçek niyeti önemli değil geniş kitlelere nasıl algılandırıldığı önemliydi. Böylece başarısızlık başarı; geriye gidiş modernleşme; sermaye oligarşisi demokrasi; uzun vadeli ekonomik çöküntü kalkınma; otoriter, totaliter bir uygulama ileri demokrasi; bağımlı yargı, bağımsız tarafsız yargı; partizanlık, ayrımcılık tüm vatandaşları kucaklama olarak sunulabiliyor ve buna inananlar, sunulduğu gibi algılayanlar da oluyor.
...
5 Şubat 2011 Cumartesi
Robert Frost'tan
Two roads diverged in a yellow wood,
And sorry I could not travel both
And be one traveler, long I stood
And looked down one as far as I could
To where it bent in the undergrowth;
Then took the other, as just as fair,
And having perhaps the better claim,
Because it was grassy and wanted wear;
Though as for that the passing there
Had worn them really about the same,
And both that morning equally lay
In leaves no step had trodden black.
Oh, I kept the first for another day!
Yet knowing how way leads on to way,
I doubted if I should ever come back.
I shall be telling this with a sigh
Somewhere ages and ages hence:
Two roads diverged in a wood, and I—
I took the one less traveled by,
And that has made all the difference.
27 Ocak 2011 Perşembe
Mine G. Kırıkkanat'tan
Röveşata - 10 Kasım 2010 - Cumhuriyet
Ya Bir de Sevmeseydik?
Atatürk’ü öyle çok sevdi ki, kulluktan yurttaşlığa taşıdığı, tebaadan cumhura çıkardığı bu ulus, öldüğünde kimselere ağlamadığı kadar ağladı.
O gün bugün, tam 72 yıldır yastayız.
Bir ulusun, ömürler boyu tuttuğu yasın uzunluğuna şaşacak gafillere verebilecek tek yanıtımız var: Atatürk’ün yokluğundan duyulan acıyı kuşaktan kuşağa aktaran Cumhuriyet, yokluğundan doğan boşluğu da sürdürdü. Atatürk’ün yerini doldurmak zaten zordu, ardından gelenler kendi çapsızlıkları anlaşılmasın diye yerini boş bırakmak, hatta boşluğu iyice derinleştirmek ve kimseye doldurtmamak için de gereken önlemleri aldılar…
***
Öyle çok sevdiler ki Atatürk’ü, içini boşalttılar, o zarif ve yakışıklı adamı ucubeye çeviren heykeller yaptılar, canlısına hakaret, suretine ihanet eden irkiltici ve korkunç putlarla donattılar ülkeyi.
Birini vatan savunmasında feda ettiği gözlerinde Akdeniz’in mavisini, beyninde Ege güneşini taşıyan bir güzel insanı, patates burunlu, çalı süpürgesi kaşlı beton kalıplara döküp, yas karasına boyadılar!
Öyle çok sevdiler ki Atatürk’ü, onu Meclis’te konuşurken gösteren ve gerçek sesini içeren en önemli belgesel filmler, İkitelli’de bir manavda bulundu!
Öyle çok sevdiler ki Atatürk’ü, kalıbını boşaltmakla kalmayıp, sesini “incelttiler”! Yıllardır kuşkulanırdım, bunca sigara içen birinden böyle ses çıkamayacağından… Haklıymışım. Prof. Dr. Sami Şekeroğlu, 1975 yılında sebze meyve almaya gittiği manavda bulmasaydı o filmleri, hâlâ bilmeyecektik, Atatürk’ün sesiyle de kalıbına uygun ve yorgun bir bariton olduğunu.
Öyle çok sevdiler ki Atatürk’ü, ölüsünü yaşatacağız diye betona döküp diktiler, asıl diri tutulması, kuşaktan kuşağa aktarılması gereken dehasını, devinimi savunan düşüncelerini derin dondurucuya gömdüler.
***
Böyle böyle, öyle çok sevdirdiler ki Atatürk’ü, putlarından gına getirtip, ilericiliğinden gericilik damıttılar, çocuklarından düşman yarattılar.
Öyle zorla sevdirdiler ki, çok sevenlerin yerini alamadıkları için korudukları boşluğu düşmanlarıyla doldu: Onun, devletle büyüsün diye ektirdiği ağaçları kestirdiler, ormanları ve Hazine arazilerini talan ettiler. Kurdurduğu çiftlikleri kuruttular, yerli tarımı, hayvancılığı bitirdiler. Ya da “mangal alanı”na dönüştürdüler. Devlet işletmelerini, fabrikalarını, madenlerini, işçileri ve bankalarını memurlarıyla birlikte, haraç mezat sattılar.
Bu ülkede, kurduğu devlet Savarona’yı satacak ve satın alan yurttaşı, onun adıyla bütünleşmiş bu gemiyi, abazan Arap şeyhlerine “love boat” olarak kiralayacak kadar çok sevildi Atatürk…
***
Biz cumhuriyetçiler de öyle çok sevdik ki Atatürk’ü, suretini yakamıza taktık, boynumuza astık: Onun ölümüyle dirilen, karanlıkla birlikte Cumhuriyet’in kanını içmeye kalkan mürtecileri, sarmısak koçanıyla vampir savar gibi, Atatürk sureti gösterince kaçarlar, sandık.
Öyle çok sevdik ki Atatürk’ü, ölümsüz kılacağız, anısını yaşatacağız diye boşluğunu doldurmadık. Eserinin üstüne bir taş da biz koymadık, yaktığı meşaleyi ileriye taşıyabilecek, gelecek kuşaklara “umut” olabilecek bir amaç, bir erek, bir adam yaratamadık.
Biz Atatürkçüler, yüzde yetmişi otuz yaştan genç bu topluma parlak gelecek diye geçmişin aydınlığını sunabiliyoruz, ancak… Cumhuriyeti korumak için şahlandığımızda bile umudu Anıtkabir’de arıyor, yön onun kurduğu TBMM olmalıyken, Anıtkabir’e yürüyoruz. Yüzde yetmişi otuz yaştan genç bir halka, aydınlık gelecek, varılacak erek diye bir mezar anıtı gösteriyoruz!
Cumhuriyetin 87. yılında, içine düştüğü açmazı nasıl bir acz içinde seyrettiğimize bakılırsa, yani iyi ki bu kadar sevmişiz Atatürk’ü, diyeceği geliyor insanın. Ya bir de sevmeseydik?
Atatürk, devrimci bir dâhi, yenilikçi bir aydındı. Donuk ve köhne bir tapınmayı hiç hak etmiyor. Onu sevmek, yaptıklarını, yazdıklarını, okuduklarını anlamak ve boşluğunu doldurmaya çalışmaktan geçmeliydi.
Kısır sevgi, bazen ihanete eşdeğer sonuçlar verir ve nitekim, veriyor.
Eflatun'dan
Jomo Kenyatta
Beyaz adam geldiğinde, bizim topraklarımız, onların elinde İncil vardı. İncil'i verip bizi uyuttular; gözlerimizi açtığımızda İncil bizim elimizde, topraklarımız onlardaydı.
When the white man came we had the land and they had the Bible. They taught us to pray with our eyes closed and when we opened them, they had the land and we had the Bible.
not: çeviri bana ait değildir.
Öztin Akgüç'ten
9 Ocak 2011 - Cumhuriyet
...
İnsanımızın bir eksiği de, tepkisizliği, duyarsızlığıdır. Dünyada da, ülkemizde de egemen güçlerin insanı sistemik biçimde duyarsızlaştırma, olumsuzluklara alıştırma politikası vardır. Zaman zaman korkutma, zaman zaman çıkar sağlama, zaman zaman beyin yıkama, algılandırma yöntemleri ile insanlar duyarsızlaştırılmaktadır. Bazeb bu duyarsızlaştırma, güçsüzlük duygusunu yaratma olarak da gerçekleştirilmektedir.
...
Adnan Binyazar'dan
Pazar Yazıları - 16 Ocak 2011 - Cumhuriyet
Kanayan Sevdalar
...
Leyla ile Mecnun'dan Romeo ve Juliet'e, Binevş Nare'ye, Hristiyan ya da Müslüman, ırk-din-mezhep, soyluluk sopluluk, etnik yapı; her ayrıcalık cinayetlere yol açıyor, nice gelinin sevdası kara yazgısı oluyor!
Nasıl bir dünyadır ki bu; insan, sevdasını özgür kılıp ölümün elinden kurtaramıyor!..
Son yıllarda kaç fidan daha şıvgın vermeden karanlık odalarda, yol ortalarında, orman kuytularında taze gövdesinden yolunup atıldı, hapishaneler çocuk katillerle doldu.
Her çağda, yüreklere sevda tarihinin kanı bulaşmış. Kan kokan öyküler kuşaktan kuşağa akıp geliyor...
Ne acı şu dünyanın hali; her sevdanın sonu ölüm!
Hep düşünürüm; işlenen suçlarda akan kan toplumun yüzüne de sıçramıyor mu?..
...
Oysa sevda, insana bağışlanmış en yüce duygudur.
...
22 Ocak 2011 Cumartesi
Gündüz Vassaf'tan
Cehenneme Övgü
...
Güç, itaat ister, itaate bağımlıdır. Önce sol ayağını atarak muntazam yürüyüşe geçmenin, savaşları kazanmakla hiçbir ilgisi yoktur. Ancak bu, askerleri sorgusuz sualsiz itaate koşullandırmaya yarar. Ve böylece askerler, sorgusuz sualsiz ölüme giderler.
...